Bir örümceğin yalnızlığı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Son zamanlarda kendimi boş bir evin ardiyesi gibi görüyorum. Bu duygum pis kokuların üzerine sindiği eşyaların gereksiz istiflenmesinden olsa gerek. Farelerin bile artık uğrak mekânı olmayan meskenimi tembel toz bulutlarının karamsarlığıyla örtmüş gibiyim. En ufak bir kıpırtıyı bile duymak için neler vermezdim. Şu yanı başımızda 2300 yıldır yatan pers hükümdarı bile benden daha huzurlu adeta. Ağımı bu yalnızlık içinde örmek zorunda kaldığımdan beri sanki kendi ölüm fermanımı yazıyorum yıllardır. Artık ağıma hayallerimden ve anılarımdan başka bir av takılmıyor. Böyle bir sessizliğin sürüngenler için bile iyi olmadığını söylememe bilmem gerek var mı?
Ve aniden hafif bir hışırtı duyulur eski ahşap döşemeden…
-Kim o? demek isterdim ama belli ki bu akşamki misafirim her zaman ki gibi sadece serseri bir rüzgâr. Vuuu sesini herhalde şu yan sokaktan duydum, hem zaten kapımızı yıllardır çalan olmadı ki içeriye bir de hırsızlar girsin. “Amaaan ne var sanki?” demek için bile üzerimde korkunç bir çaresizlik ve anlamsız bir yorgunluk var; umutsuzluk bile ruhuma ağırlık yapan sadece boş bir kavram. Ve sonra bir tıkırtı daha duyulur, şu köhnemiş yaşlı konağın kırık dökük basamaklarından. Örümcek ördüğü ağların ince detayları arasından ürkek bir tavırla çevreyi incelerken, küçük beyaz bir fare belirir aniden. Ve fare etrafına bakınarak kendi kendine söylenir,
-Üstümdeki şu pisliğe bak, her tarafım toz oldu, hani fare olmasam bu ciyak ciyak çıkan sesimi ben bile çekemem. Ama görünen o ki, bu terkedilmiş hanede yenecek bir şey de yok. İyisi mi biraz doğrulup o telaşlı koşuşturmamın devamını peyniri bol olan kalabalık ve bereketli pazarların sandıkları arasında geçireyim.
Ve beyaz tüylü fare küçük ayaklarına komik bir hız verip ahşap merdivenlerin tozunda zikzaklar çizerek geçer oracıktan. Ama daha önce belli belirsiz duyduğu tuhaf bir sesi yeniden duyar, toza dumana bulanmış bir örtünün hışırtısına benzer bir ses.
-Kim o, şu dayanılmaz sessizliği o tuhaf ve gizemli bir hışırtıyla kesen bu densiz de kim. Ben herkesten, herkes de benden kaçarken, kimden geliyor ola ki bu talihsiz ses.
Derken ağını histerik bir telaşla ve hastalıklı bir hareketler silsilesi içinde örmeye devam eden örümcek:

  • Ah bir duysa beni! şu çerçeveler ve şu reklam broşürlerinin yığınları arasında kaybolan geçmişimin hatırasıyla mırıldandığım şu boş lakırdıyı bir duysa, arkadaşlığıma razı gelen bir fareyle bile sabaha uyanmaya razıyım.
    Ve minik fare, kırık dökük bir pencereden sızan güneşin ışıkları altında renk değiştirmiş bir karton parçası üzerinde, sarktığı ağın ucunda durmadan zıplayan örümceği görür. Farenin koca gölgesi güneşin batmaya başlayan ışıkları arasından bir heyula gibi örümceğin üzerine düşer.
    -İşte gördüm seni, nedir bu ördüğün ağlar, az kalsın ayaklarıma dolanıyordu. Bu sessiz çığlıkların dünyasında yolunu mu kaybettin, ağını saracak bir böcek bile bulamazken.
    -Ah sevgili dostum! Sen bir dilim peynir için dilencilerin bile sofrasında bir muhbir gibi beklerken ben burada oturmuş sıcak bir kahve mi bekliyorum sanki? Farecik biraz da sıkılmış olarak söze karışır.
    -Hadi ben yolumu kaybedip buralara gelmesem; şeytan yüzünü görsün, o meymenetsiz değirmenci, o aksi ihtiyar bile beni buralara gelmeye zorlayamazdı. İnsanoğlunun doymayan hırçınlığından bıkıp kaçmasam ve aç midemin gürültülü sesine kulak vermesem, burada olmam için ancak serseri bir kaçık olmam gerekirdi. Peki, sen ne diye buradasın ve niçin ağını durmadan örmektesin böyle.
    -İnsanlar ağlarını niçin örüyorsa ben de onun için örüyorum. Diye cevaplar örümcek, yorgun ve hüzünlü bir tavırla.
    -Gerçekten çok komiksin. Balık kavağa çıktı da midene bayram sevinci yaşatmak mı kaldı sana? Onca sarhoş denizcinin oltaları dururken, hangi aptal balık bu izbe yerde senin ağına takılsın ki?
    -Balıkların aptal olmadığı ortada ama görünen o ki birileri aklını peynir ekmekle yemiş. Ben sana balık tutmak için mi ağımı ördüğümü söyledim.
    Diye çıkışır örümcek, ağını bir taraftan örmeye çalışırken.
    -Beni saçmalıklarınla oyalama, ben şu tüylü ve kırmızı kulaklara mı inanayım yoksa senin güpegündüz attığın yalanlara mı? Az evvel, bilgece bir tavırla “İnsanlar ağlarını niçin örüyorsa ben de onun için örüyorum” demedin mi?
    -Evet, aynen öyle söyledim. Söyledim söylemesine ama ben sana balıklardan mı bahsettim. Madem hemen çıkarım yapıyor ve hakikat sandığın bu safsatanın üstünde bir sirk maymunu gibi tepiniyorsun, o zaman daha anlaşılır bir dil kullanarak söyleyeyim haşmetmeap efendim. Ben de insanlar gibi doymak ve yaşamak için örüyorum ağımı.
    -Bir de aklımı peynir ekmekle yediğimi söylüyorsun ya! Acaba sen o örümcek beynini havada uçuşan toz zerrecikleriyle mi yemişsin? Görmüyor musun burada ölüler bile can sıkıntısından patlar. Kaldı ki etrafta pislikten, eskiye dair ne varsa onun biçimsiz siluetinin duvarda bıraktığı o korkunç karaltısından başka bizi oyalayacak ne var.
    -Ben önce ruhumu doyururum; hatıralar benim ayakta kalmam, beslenmem için benim yegâne azığım. Bak! Görmüyor musun şu köşede benim için leziz yemekler pişiren hayat arkadaşım, ipekten bir şala bürünmüş geziniyor etrafta. Bak şuraya, şu balkondaki ekmek dolabının arkasında ilk aşk heyecanıyla ördüğümüz ağlardan kendilerine ip yapmış üzerinden atlayan çocuklarım var. Arada bir bana bakıp gülümsüyorlar. Görmüyor musun ne kadar da mutlular oynarken.
    -Sen gerçekten de delirmişsin; hem ağını ayakta kalmak için ördüğünü söylüyorsun, hem de etrafta hiç bir av yokken bir balıkçı gibi türlü tuzaklar kuruyorsun. Sonra da etrafta olmayan birilerinin hayalini kuruyor ve beni bunun gerçek olmasına ikna etmeye çalışıyorsun. Gerçekten pes doğrusu. İstersen gel seni şu şehir tiyatrosunda bir oyuncu olarak işe başlatalım. Belki oralarda senin şu aptalca hikâyelerini dinleyecek birilerini bulursun. Kim bilir belki de bu berbat yerde bulamadığın o sevimli yuva hayalini oralarda bulursun.
    -Senin uslanmaz bir hırsız olduğunu biliyordum, ama bu kadar alaycı bir kişiliğinin olabileceğini de doğrusu hiç tahmin edemezdim. Aslında senin beni anlayacağını tahmin etmek için hiçbir geçerli mazeretim yok. Sen, hatırasıyla seni ayakta tutacak sıcak bir yerin, küçük bir yuvanın ve büyük bir vatanın değerini nereden bileceksin. Sen ki batan her geminin güvertesinde kaçış yollarını arayan bencil bir tayfasın sadece. Ben de kalkmış sana bir şeyler anlatmak için nefes tüketiyorum. Der örümcek umutsuz bir çırpınışla. Ve fare bu hüzünlü havayı dağıtmak için atılır birden;
    -Madem öyle söyle bakalım, sen ruhunu hatıralarla doyuruyorsan, mideni neyle doyurmaktasın?
    -Yeter ki mideni doyuracak önce sağlıklı bir zihnin olsun, geri kalanı boş bir çuval gibi her yerde doldurursun. Ama mutluluk var ya, kimileri buna saadet der, işte eğer onu kaybedersem şu ördüğüm ağlar şahidim olsun, kendi bedenimi örmeye başlarım. Ve hatıralarımla bir nakış gibi işlediğim şu dantelli halı benim mezarım olur.
    -Dantelli halıymış, sen dışarda nelerin döndüğünün farkında mısın? Beni buraya, şu cinlerin bile terk ettiği yere neyin getirdiğini sanıyorsun; her şey ateş pahası ve bu yetmiyormuş gibi bir de mücadele hırsı sarmış ki tüm yeryüzünü. Sanki ateşten mal kaçırır gibi bizden de her şeyi kaçırıyorlar. Aslında artık kaçıracak bir şeyleri de kalmadı ya, neyse.
    -Belki de senin tek sorunun midenin hükümranlığına boyun eğmendir! Seni mutlu edecek tek yolun, mideni dolduracak yollardan geçtiğini sanmandır esas yanılgın. Aslında biraz da ruhunu doyursan, ip üstünde yürüyen akrobatları bile kendine hayran bırakırsın.
    -Ne yani midem beni en acınası sesiyle çağırırken, ben gidip ruhuma nota mı öğreteyim?
    -Neden olmasın, sen sadece midenin sesini dinleyerek dünyanın tüm güzelliklerine ve tüm notalarına hem kalbini hem de kulaklarını kapatmışsın.
    -Bence sen kendi çaresizliğine kılıf uyduruyorsun; bu yetmiyormuş gibi beni de bu aptal kıyafeti giymeye zorluyorsun. Hayır, hayır! Benim midem şu an aç olsa da senin şu fukaralık kokan palavralarına karnım tok. Sen git de mezarında Julietine ağlayan Romeo’ya anlat şu zihin oyunlarını.
    -Açlık ve aptallık senin kelimelerine ve bakışlarına sinmiş. Şimdiye kadar demir bir kapanda ölmemiş olman gerçekten bir mucize. Ama hayır, zaten kendi kapanını çoktan kurmuşsun ve üzerinde tepindiğin şu köhne hayat, ruhunu çoktan öldürmüş bu paslı düşünceler kapanında.
    -Söyleyene bak hele! Kendi ağını örmüş ölümünü beklerken, gözleri benim kapanımda. Sen bu boş lakırdılarını git tüm dünyası bir dut yaprağından ibaret olan şu ipek böceklerine anlat. Benim neyse ki bu sevimsiz laflarına ayıracak bir vaktim yok. Sonra ne derlerdi benim şu kemirgen dostlarım?
    -Aslında görünen o ki ikimiz de bambaşka dünyaların kahramanlarıyız. Kendi savaşımızı kazandığımız sürece, zaferden başka anlatacak bir hikâyemiz de olmaz.
    -Tövbeler olsun ki, bir daha bir örümcekle laf yarışına girersem.
    -Ama sen de duymuşsundur, “lafla peynir gemisi yürümez.” sözünü. Ben sadece senin buraya nasıl olup da geldiğini merak etmiştim. Bilirsin düşünen tüm canlılar hayatta kalma duygusunu bu meraklarına borçlular. Eğer bu merak duygumuz olmasa ne diye düşüneceğim. Bazen uzaklara bakıp derin derin düşündüğümüzde, ruhumuz cevaplayamadığımız sorular içinde sıkışır kalır, oysaki tepe aşağı yuvarlanan bir toprak yığını olmayı tercih ederdim.
    -Toprak yığını da nereden çıktı? Heyelanın nasıl nice yuvaları söndürdüğünü bilmez misin?
    -Elbette bilirim. Ama düşüncesizlik toprak kaymasından çok daha tehlikeli değil midir? Birinde evler yıkılırsa afet olur. Ama ötekinde beyin çöker ve hatıraların birer birer yok olur; önce insan sonra vatan yıkılır. Geriye artık kuracak bir yuva da bulamazsın.
  • Benim vatanım ayağımın bastığı yerde başlar midemin dolduğu yerde biter, diyerek çıkışır fare.
    -Bu yüzden mi gemi kadar evin, sandık kadar odan ve bir toz zerreciği kadar beynin var. Benim seninle paylaşacak ne bir evim ne de bir sofram olur. Hadi yolun açık olsun! Beni kendi hatıralarımla baş başa bırak lütfen.
    -Gidiyorum, zaten bir daha bir örümcekle karşılaşırsam, önce kendi ağı içinde yok olup olmadığına bakacağım, aksi takdirde beni de oyalayıp kendi tuzağının aptal bir avına dönüştürebilir diye. Sen git kendin gibi hayatını geçmişin pusulasında kaybetmiş denizciler bul da onlarla yap şu ağlama seanslarını. Belki bir balıkçı sandalı gelir de kendi dalgalarından kurtarır seni… SON

Yazar: İrfan UĞUR

Takip Et
Bildir
guest
Kimse görmeyecek. Yorumunuza cevap yazıldığında bildirim almak için. (İsteğe Bağlı)

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Habere yorum yapabilirsiniz.x