Bir göç yolunda

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Sakin geçen bir yaz mevsiminden sonra kuş sürüleri birer birer göçüyordu ıssız sazlıklardan. Mavi gökyüzü uzun bir zamandır hiç bu kadar hareketli ve grimsi bir sonbahar geçirmemişti. Bu kanatlı ve sevimli canlılar, uçmayı ve özgürce süzülmeyi öğrendikleri günden beridir ihtiraslı ressamlara ve melankolik şairlere ilham kaynağı olmuştur. Ne zaman bir şair bir ceviz ağacının altında ilham perisini çağıracak olsa, sesini önce şu göç yollarında gördüğümüz leylekler veya turnalara duyururdu. Kuşkunuz olmasın ki eğer köhne bir evde, yosun tutmuş taş duvarlara sessizce konuşan bahtı kara bir gelin, bir gün başını pencereye dayayıp ruhunu ölüm meleğine teslim edecek olsa onun bu beklenmedik acı haberini önce şu pervazlarda küstahça gülüşen güvercinlerden alırdınız.
Daha geçen yaz bir kuş sürüsüne şahit olmuştum; dere kenarına su içmek için inen şu göçmen kuşları izlemek için nasıl da heyecanlandığımı, nasıl bir sevinçle, titreşen kalbimin o umulmadık çocuksu hallerine doğru çırpındığını size anlatamam. Onları ürkütmemek için sakince yanaştığım göl kıyısı büyük bir sessizliğe bürünmüş, bu kanatlı canlılara muhteşem bir ev sahipliği ediyordu. Kuşlar beni görür de tedirgin olup uçmasınlar diye bir dal kadar sessizce bekleyerek çalılıklar arasından gizlice izlemeye koyuldum, o büyülü manzarayı.
Beni bir avcı sanıp, en ufak bir çıtırtı sesinde kaçacaklar diye ödüm kopuyordu. Uzunca süre tıpkı bir kukla gibi sessizce durmuştum, o kurumaya yüz tutmuş çalılıklar arasında. Eğer bir çırpıda uçacak olsalardı kendimi o gün affedemezdim. Kendimce şöyle düşünüyordum, “Onlar doğanın bir parçası ise benim de öyle olmam lazım.”
Uzaktan sesleri duyulan güzelim kalabalığın gün batımına doğru bu son gürültüsünü dinlerken, koca sürüden ayrı, beni gözlerine kestiren bir turnanın o keskin bakışlarından bu tarafı sessizce süzdüğünü fark ettim. Gerdanlığının altında kabaran o zarif göğsünün bir körük gibi heyecanla inip yükseldiğini görünce bir şeyler mırıldandığını anlamıştım. Neyse ki onlar ile ilgili bir dizi kitap okumuş olduğumdan, az çok neler hissettiğini anlayabilmiştim.
Şimdilik sözü daha fazla uzatmadan şu benim tarafa bakan sakin ama huzursuz turnaya bırakalım, bakalım şu gün batımı ışıklarının sakince süzüldüğü sazlıklar arasından dinlenmeye çekilen bu göçmen kuşların nasıl bir derdi var, onu dinleyelim.
“Şu gördüğüm şey de ne, acaba korkunç bir avcı mı, yoksa aptal bir korkuluk mu? Gördüğüm kadarı ile elinde ne bizi parçalamak için bir tüfek, ne de peşimizden kovalamak için bir süpürge var, ne de derimizi soymak için bir bıçak. İyisi mi gidip liderimize bir sorayım, sürüyü de ürkütüp şu cennet köşesini kaçırmadan, bu beklenmedik misafirden haberdar edeyim onu. Son zamanlarda hemen hemen her gün üç beş arkadaşımız, onların kazanları içinde son banyolarını yapmak zorunda kalıyorlar.”
Derin bir düşünce ve sorgulamadan sonra, daha fazla gecikmeden Kızıl Tüy’e gider. Sürünün açık hedef olmasının muhtemel sonuçlarını ve şu uzakta sessizce bekleyen şüpheli birinin kımıltılarını bir bir anlatır. Gözü uzağı görmesine görüyordu ama her göçmen kuş bilirdi ki gözün iyi görmesi yetmez, bir de doğru kararlar vermek gerekirdi.
“Ben!” dedi cesur yürekli turna sözü bitirirken, “Bu durumdan hiç hoşlanmadım! Takdir edersiniz ki aklı olan her kuş, sürünün yorgun düşmesine rağmen böyle şüpheli yerlerden uzak durmasını ister. Şu çalılıklar arasında bizim sürüyü dikkat ve şüphe ile izleyen bir ucubenin olduğunu fark ettim, burada daha fazla konaklamanın sürünün menfaatine olmadığı kanaatindeyim. Takdir siz değerli reisimizindir. Sizin vereceğiniz kararlar tüm sürüyü bağlayacaktır, ama benim söylediğim herhangi bir söz ise, üzerine su dökülmüş kor gibidir. Onunla değil kahve pişirmek sigara bile yakamazsınız.”
“Amma da abarttın!” der, kabarık tüyleriyle Kızıl Tüy’ün sağında bekleyen mağrur Ulak.
“Sözünü daha fazla uzatmadan yerine geçersen, bu hem senin için, hem de sürü için daha hayırlı olur.” “Dur!” der gibi kanatlarını ulağın göğsüne bir hışımla vuran Kızıl Tüy, ulağın sözünü keser ve keskin bir bakışla Gagalı’ya bakar. Gagalı’nın bu cesur ve sorumlu davranışı karşısında memnun olan Kızıl Tüy, onu dikkatlice dinledikten sonra nazikçe uğurlar.
Turna, üzerine düşen vazifenin gereğini yaptığını düşününce, ruhunun hafiflediğini hissederek oracıktan ayrılır. Kızıl Tüy ulağın göğsünde uçuşan tüyleri tutup hiddetle çekiştirir. Bir daha benim yanımda sürümden herhangi bir arkadaşımı incitir ve onu küçük düşürürsen, akşam yemeğine av olmak için bir tasmaya gerek duymayacaksın, anlaşıldı mı? Anlaşıldı mı dedim? diye tekrarlar. Soluk soluğa kalan Ulak titreyen ses tellerinin arasından, korku ile atan kalbini susturmak için belli belirsiz bir tıslamayla “Evet!” kelimesini çıkarır. Ulak, soğuk bedeninden sıcak bir acının derinden ve sessizce aktığını hissedince Kızıl Tüy’ün, göğsündeki tüylerden birkaç tanesini yolduğunu anlamıştı. Öfkesine yenik düşerse daha kötü sonuçların eşiğinde durduğunun gayet farkında olarak birkaç adım geriler ve hazır bekleyişe geçer. Derken Kızıl Tüy onun gözlerinin içine bakmadan bir kanat hareketiyle huzurundan kovar.
Sürü liderinin huzurundan kovulan Ulak neye uğradığını anlayamadan garip bir duruma düşmüş, hiç beklemediği bir hareketle kovulmuş, hor görülmüştü. Bu rezaleti asla unutmayacağını söylendi durdu, fakat onun için asıl sorun, nasıl bu kadar küçük düşebildiğiydi. Aklında bir tek şey kalmıştı, soğuk yenen bir yemek olan intikam. “İntikam!” diyerek, yumruğunu sıkmış ve oracıktan hızla uzaklaşmıştı. Onun aslında Gagalı ile bir husumeti hiçbir zaman olmamıştı, fakat liderinin yanında fazla cüretkâr olmak onun kitabında olmayacak bir şeydi. İşte bunu hazmedemeyeceğini düşünmüş olmalı ki, sevimsiz konuşmaları uzatmadan kesmek istemişti.
Turna ise tüneklediği koruluğa geri dönmüş şu kıpırdayan daldan adama bakmaya devam ediyordu.
“Göç zamanı gelmemiş olsaydı, burada ne işimiz olabilirdi ki?” diye düşündü. Oysaki şimdi evinde oturmuş çocuklarına uçmanın faziletlerini, tohumların ve her diyarda yediği çeşit çeşit meyvelerin o leziz  kokusunu ve tadını anlatıyor olacaktı. Hem bu kadar tedirgin olmanın da lüzumu kalmayacaktı. Fakat her taraf soğurken bizim turnanın sıcak bir hayal kurması beklenemezdi elbet.
Derken sürü içinde gezinmeyi pek seven sevimli genç bir turna bizim turnaya yanaşır ve sessizce kulağına bir şeyler fısıldar.
“Seni gördüm, biz buradan uçtuğumuzda senin hayatında bir şeyler değişmeyecek ama eğer uçamasak bizim hayatımız tamamen değişecek. Gagalı genç turnanın önce ne dediğini pek anlamasa da kısa bir düşünmeden sonra söylemeye çalıştığı şeyi anlamıştı. “Söyle hadi!” dedi genç turnaya, sırtında uçuşan tüylerini okşayarak, “Ne biliyorsun anlat bana bakalım.”
“Tüm sürü sulanmak ve gün boyu dedikodu etmek için dereye indiğinde sen şuracıkta bam başka bir şeyler düşünüyordun, sanırım bizim görmediğimiz bir tehlike sezmiş olmalısın ki, eğlenmek için vaktini bizimle pek harcamıyorsun. Bir ara kısa bir zaman için bu tepecikten ayrıldın ama hemen sonra yine buraya geldin, fakat bu sefer seni daha tedirgin gördüm. Eğer anlatmak istediğin bir şeyin varsa seni dinlemeye hazırım!” Kısa bir sessizlikten sonra yine söze girer. “Elbette şu anlatacaklarını genç ve güzel bir turnaya anlatmayı tercih edersen o başka.” Kısa bir bekleyişten sonra, “Ben de gelmiş burada seni meşgul ediyorum. Sanki daha önemli bir işin yokmuş gibi. Birazdan göç başlayacak akşama kalmadan buradan ayrılmalıyız, avcılar buraya gelir de bize yetişirse, hayal kurmak için çok geç olacak.”
Gagalı bu genç turnayı sevmişti, ona karşı kalbi sıcak ve dostluk duyguları taşıyordu. Diğer tüm kuşlar sadece liderlerinin uçuşunu beklerken o gelmiş kaygılarımın sebebini araştırıyor, diye sessizce geçirdi içinden. “Tamam!” dedi Gagalı, “Sana neden burada olduğumu ve uzakta olan bir dal kümesinin tuhaf hareketlerini neden izlediğimi anlatacağım, ama sen de bana gitmek istediğin yerde yapmak istediklerini anlatacaksın, olur mu?” Hiç tereddüt etmeden, “Olur!” dedi genç turna. “Sana hem yapmak istediklerimi hem de şimdiye kadar yaptıklarımı anlatırım”. Genç turna yeni bir arkadaşlığın o heyecan dolu bekleyişi içinde dostluğun gizemli kapılarının aralandığını hissederek içindeki heyecan ve mutluluğu gizleyemedi. Belki de onun tek amacı bu uzun ve yorucu göç yollarında kendine samimi ve güçlü bir ilişki kuracak yürekli bir arkadaş bulmaktı.
Bu iki turna birbiri ile arkadaş olma sürecini paylaşırken biz yine doğa aşığı adama dönelim.
“Hayatım üzerine yemin ederim ki, şu sazlıklar olmasaydı bu göçmen kuşların soyu uzun zaman önce tükenirdi. Sudaki yansımalarına baksanıza: adeta bir bale gösterisi gibi, şu sazlar yaylı çalgılara dönüşmüş; rüzgâr estikçe kamışların içlerine üfleyen o büyülü hava adeta bir opera dinletisi gibi ses veriyor bize, tüm orkestra hazır. Bu son bahar mevsimine yemyeşil gözleriyle son bir kez göz kırpan gölet, küçük bir aşk havuzuna dönüşmüş adeta. Birazdan bu cennet bahçesi yerini koca bir sessizliğe, yakında gürül gürül esecek bir güz mevsimine terk edecek. Ama şu tatlı gürültü, bu neşeli nağmeler başka bir yerde yeniden devam edecek”. Bizim doğa aşığı böylesi derin düşüncelere dalarken turna sürüsü çoktan havalanmış, yerini esintili çalılıklara bırakmıştı bile. Gökyüzünün özgürlüğünü elbette bir şeye değiştirmezlerdi; ancak konaklamak, dinlenmek ve hatta yuva kurmak her canlı gibi onların da hakkıydı. Ancak o gün bugün değildi, ya hiç zaman kaybetmeden daha sıcak bölgelere kadar uçacaklar ya da soğuk gecelerin gelip onları umarsızca yakalamasını göze alacaklardı. Genç turna keskin bir manevrayla, Gagalı’nın yanına doğru bir kavis çizerek yanaşır. “Eee! bana ne zaman anlatacaksın bu sabahki esrarengiz bekleyişinin sebebini? Görüyorsun ki yolumuz çok uzun, varacağımız yere ulaşabilmek için ise muhabbetten daha iyi bir yol aklıma gelmiyor şimdi.”
“Bak genç arkadaşım, seni anlıyorum çok hayat dolu ve neşeli birisin, hatta bu neşene biraz da merak sosu eklemeyi de ihmal etmemişsin. Bir arkadaşın yok mu senin bu koca sürüde, yerinde olsam benim gibi yalnız bir çenesizin peşine düşmektense çenesi düşük bir turna bulurum daha iyi.” Genç turna böyle kolay yutulur cinsten değildi elbet, hemen cevabını vermişti: “Ama sen bana demiştin ki…” Gagalı biraz sıkılmış ve hatta azıcık öfkelenmişçesine, yüksek bir sesle “Ben ne dediğimi gayet iyi biliyorum!” aslında Gagalı’nın da içinden geçenleri anlatacağı birine ihtiyacı vardı, bunu yapabilse biraz daha hafifleyebilirdi, ancak aradığı şu genç turna değildi. Çünkü bu genç turnanın onu anlayabileceğinden çok emin değildi, zamanını boşa harcamaya da hiç niyeti yoktu. Fakat genç turnanın biraz üzüldüğünü ve gagasını eğdiğini görünce biraz pişman bile olmuştu söyledikleri için, gönül alırcasına kanatlarını genç turnanın üzerine germiş ve “Hadi gel gel, anlaşılan bugün senden kurtuluş yok. Bu sabah gördüklerimi sana bir şartla anlatırım! ama önce sen bana anlat bakayım, senin neden anne baban burada yanında değil veya neden onunla oynayacağın hiç arkadaşın yok burada. Bu yetmiyormuş gibi bir de gelmiş benim gibi aksi bir kancanın yanından ayrılmıyorsun.” demişti. Genç turna bir an için ciddileşmişti:
“Benim annem, babam, iki kardeşim ve ben iki yaz önce Afrika’da tatlı yeşil bir göletten tam da havalanmak üzereydik. O an birden arkamızdan bir köpek sürüsünün bizim tarafa doğru hızla koştuğunu gördük; o hırçın köpek sürüsü, o sivri dişleriyle üzerimize doğru gelirken sazlıkları evire devire ve ağızlarını koca koca açışları ve o aptal dillerini sarkıtırken havlamaları kulağımda hala; sanki dünmüş gibi yankısı var. Tam havalandık derken birkaç silah sesiyle önce annemin sonra da babamın kanatlarından tüylerinin uçuştuğunu ve kırmızı lekeler içinde aşağı doğu hızla süzüldüklerini gördüm, arkalarından inmek istediysem de beni daha çok havalanmaya zorladı arkadaşlarım.” Gagalı bir hüzün bulutu arasından araya sessizce girer. “Öyle mi!” der üzüntüyle sonra, “ya diğer iki kardeşin, onlar da mı avcılara yakalandı?” Kısa bir aradan sonra, daldığı o derin düşten uyanır gibi bir an Gagalı’ya bakan genç turna sisli göz bebeklerinin ardından bir şeyler gizliyor gibi gözyaşlarını silmeye çabalıyordu. “O gün kardeşlerim sabah erkenden uyanmıştı, mutlu ve çığlık çığlığaydılar, annem onları ne kadar uyardı ise de bir türlü susmak nedir bilmiyorlardı. Annem dayanamadı, onları oracıktan kovdu, “Gidin oyununuzu başka bir korulukta oynayın!” diyerek. Kim bilebilirdi ki o günkü oyunları son oyunları olacaktı; kahkahaları hala kulağımda, neşeleri bol olsun, umarım cennet kuşu olmuş, melekleri güldürüyorlardır.” Gagalı yine dayanamadı ve sordu:
“Peki! onlar sizinle beraber havalanmadı mı?” Genç turna olgunlaştığının bilinciyle cevap verir. “Aslında konduğumuz yerlerden havalanmadan önce, bilirsin ki bundan haberimiz olur ve herkes, çevresindekileri toplar ve sonra birbirimizden emin olacak şekilde uçarız. Ama o gün bizim böyle bir haber alma zamanımız olmadı. Maalesef iki kardeşim koruluğun içinde bir çekirgenin peşinden koşarken sürünün bir an havalandığını anlayamamışlar. Sonra da çığlık çığlığa uçmak isterken o heyecanla dikenli çalılıkların arasına takılmışlar, onları son gören ihtiyar bir turna iki küçük turnanın çalılıklarda çırpındıklarını görmüş, zaten hemen sonra köpekler yetişmiş ve etraflarını sarınca gerisini tahmin etmişsindir.” Bir an için koca bir sessizlik oldu. Gagalı’ya bakan genç turna onun başka tarafa baktığını ve artık soru sormanın anlamsız olduğunu anlar gibi bir hali vardı. Genç turna birden “Aman boş ver!” der, göz yaşlarını silerken bir taraftan, “Şimdi sen bana anlat kendi anılarından bir parça” diye konuyu değiştirmek istese de Gagalı üzgün bir halde “Sana karşı mahcubum, keşke sana bu kadar kaba ve soğuk davranmasaydım. Bilirsin, bilemediğin şeyde susarsın işte, araya başka bir el girince gıdıklandığını hissedersin, oysa öyle zamanlarda gününde olmazsın pek.” der. Genç turna araya girer: “Hayır hayır, senin burada hiçbir kabahatin yok ; esasen ben özür dilerim, ısrarla senin yanına gelip seni rahatsız ettiğim için, malum ya sessizliğe alışamayan biri için yalnızlık korkunç bir şeydir.”
O gün araya giren onca yıla rağmen iki turna sıkı arkadaş olmuşlardı, ovalar geçiyor, dereler geçiyorlardı, bazen bulutlara dokunacakmış gibi çok yükseklere havalanıyor, bazen de odunsu bitkiler arasında alçak uçuş yaparak yaban mersinleri arasında ziyafet çekmek için kısa konaklamalar yapıyorlardı. Anlayacağınız gece gündüz demeden ilerliyorlardı. Her şey adeta bu iki arkadaş için basit ve anlaşılır gelmeye başlamıştı. Bir ara dinlenmek için bir deltaya inmişlerdi. Kuşlar öğle uykusunu çekmek için her biri bir köşeye çekilirken, Gagalı bir şeyi gözden kaçırmıştı, Ulak’ı! Aslında uzun bir süredir Ulak onu izliyordu, ancak onunla kozlarını paylaşacak bir plan henüz kafasında belirmemişti. Şimdi sadece sessizce ve uzaktan izlemekle yetiniyordu. Ancak o gün yaşadığı o alçaltıcı hareketi unutacağa hiç benzemiyordu. Hem zaten o günden sonra reisin yanına daha bir mahcup halde geliyor ve gelen gideni daha bir sessizce karşılıyordu. Onun bu duygu ve davranış değişikliğinin reis de farkındaydı. Bir turna bir günde olgunlaşamaz ya, diye geçiriyordu içinden. Ancak bu durumu pek de hayra yoramıyordu kuşkusuz. Onunla konuşmak istese de biraz zamana bırakmanın daha uygun olacağı kanaatindeydi. Ulak daha küçükken ailesini kaybetmiş ve reisin yanına verilmişti, reis ona her zaman bir baba edasıyla yaklaşıyordu.
Ulak ise olan bitenden habersiz, Gagalı’dan alacağı intikamı düşünüyordu. Önündeki tüm yollar onun incinmiş gururunu onarmak için adeta Gagalı’ya çıkıyordu. “Biraz daha sabır, biraz daha!” diyerek uzaklara daldı. “Onu öyle bir haklayacağım ki, değil reisin huzuruna çıkmak, evden bile çıkmak için bir kez daha düşünecek. İşte o zaman belki içimdeki şu kor ateş bir nebze olsun soğuyabilir.”
Gagalı ise her şeyden habersiz genç turnayı dinliyordu. Kızıl Tüy’ün yanında yaşananları çoktan unutmuş, Ulak’ın tavrını hatırlamıyordu bile. Aslında onun böylesi rahatsızlıkları anlayacak talihsizlikleri çok olmuştu, ancak her birinden sıyrılmış ve çabucak unutmuştu.
Bir ara aklındakilerini unutmadan aktarmak isteğiyle genç turnanın sözünü kesti. Onun için geçmiş, ders alınması gereken bir okul değil unutulması gereken bir karanlık çağdı çoğu zaman. Ancak bazen öyle anlar yaşarsınız ki o geçmiş dediğiniz şey sizin gelecek için sakladığınız bir hazine sandığı olur adeta. “Ben!” dedi, nefesi kesilerek.” “Ne zaman bir avcı görsem ardından ruhumu hafifletecek bir de bulutlar görürüm. Bunu hayra mı yorsam şerre mi bilemedim. Ya ölümün hafifletici sebepleri ile teselli buluyorum ya da bu hayatın bir ödülü, bir mucizesi olmalı diye ruhumu avutuyorum.” Genç turna söylenenlerin tek kelimesini bile anlamamıştı, ancak bu sözlerde büyüleyici bir tını bulmuş olmalı ki, anlıyorum, diye tekrarlıyordu. Ancak bir fırsatını buldu da öylece araya girdi ve daha anlaşılır kılması için sorusunu soruvermişti: “Bana bunun için bir örnek verir misin? Yani nasıl oluyor da bir avcı seni ölüme bu kadar yaklaştırmışken, ruhunun hafiflediğine ikna edecek sebepler bulabiliyorsun.” “Evet!” dedi Gagalı, düşünceli düşünceli. “Bir düşüneyim, aaa evet! sanıyorum bu hatıram çok açıklayıcı olacaktır. Bir zamanlar benimle uğraşmayı, benimle alay etmeyi, mahallenin abisine şikâyet etmeyi marifet sayan çirkef, karanlık ruhlu bir kuş vardı. Benimle alay etmeyi çok severdi. Bu yüzden onunla bir ara çok kötü kavga etmiştik hatta tüylerim bile göğsümden yolunmuş, gagamdan kanlar akıyordu. Kanatlarım adeta kırılmış, ayaklarım tutmuyordu. Benim pençem o zamanlar onun ki kadar ağır ve keskin değildi, bu yüzden bir hayli hırpalanmış ve derin yaralar almıştım. Benim kavgalarda tecrübem yoktu, sağ pençemi kaldırdığımda sol böğrümden darbeler alıyordum. Gururum incinmiş ve hor görülmüştüm, hiçbir zaman bu kadar alçaldığımı hatırlamıyorum. O beni böylece bırakıp bir yarasa gibi kendi karanlığına doğru uçup gitmişti. Yerde uzunca bir süre yatarken yanıma beyaz bir melek geldi, öldüğümü sanmıştım. Beni kanatlarına alıp, bir avuç su vermişti bana. Üzerimde titreyen o cehennem ateşini öyle bir gölgeliyordu ki kendimi işte o yaz sıcağında öylesine bir bulutun gölgesinde görmüştüm onu. Acılarımı bir an için unutmuştum o serin gölgelikte.” “Abim!” dedi, “Annemi de hiç dinlemez, her zaman başına böyle belalar açar. Onun adına sizden özür diliyorum. Babam sizi bu halde görseydi abimi asla affetmezdi,” dedi. Ben de yarı baygın halde onu dinlerken, acaba rüya mı görüyorum. Eğer bu bir rüya ise Tanrım uyanmak istemiyorum, diye geçirdim içimden. Bir acı ancak bu kadar güzel bir teselliyle hafifleyebilirdi. Çok sonra kendime geldim, arkadaşlarım gelmiş, bu meleği hoyratça bir kenara itmiş ve beni kabilemizin hekimine ulaştırmıştı. Birkaç tütsü ve şifalı otlarıyla iyileştirdiler beni. Söylediklerine göre eğer hekime yetiştirilmeseymişim, gagama aldığım darbelerle kan kaybından oracıkta ölecekmişim. Ama bence beni hayata bağlayan onlar değildi, o bir avuç suydu. Sonralar o meleği o çocuğun yanında çok gördüm, beni görür ve mahcup bir edayla bakışlarını kaçırıyordu benden. Birkaç kez ona yanaşmak ve teşekkür etmek istedi isem de abisinin vahşiliğinden buna hiçbir zaman cesaret edemedim. Beni şimdi anladın mı, benim cesur turnam.” “Anladım abi, seni çok iyi anladım.!” diyerek heyecanını gizleyemedi genç turna. “Ben orada olacaktım, bir yumruk, bir yumruk daha, derken pençemden onun suratının ortasında güzel bir hatıra bırakırdım.” “Aferin sana! Ne kadar da cesur muşsun böyle. Ama yine de böyleleri ile hiç karşılaşmamaya bak sen. Çünkü bu ömrümüz yediğin bir yumruğun acısını unutacak kadar uzun değil.”
Bolluğun ve bereketin simgesi olan turnalar, gidecekleri yere yaklaşmış, yeni göçtükleri bu yerde artık yazın sıcak günleri iyiden kendini göstermeye başlamıştı. Uzun bir yolculuğun ardından konaklayacakları en verimli ve sulak topraklara, sazlıklara, her nevi meyvenin ve kuş türünün olduğu, bolca balıkçılın, yalı çapkınının aylak aylak gezindiği dünyanın başka bir cennet köşesine nihayet gelmişlerdi.
İyiden iyiye rahatsızlığını belli eden Ulak, geldikleri bu yerde biraz olsun huzur bulamamış ve hayatın olağan akışına ayak uyduramamıştı. Hatta artık geçmişin tokmağıyla geleceğin davulunu çalmanın ne ona ne de başkasına bir yararının olmayacağını iyicene ayırdına varmaya başlamıştı. Hatta bir ara gidip Gagalı’yla konuşmayı, bu şeytani düşüncelerden kurtulmak için onunla arkadaş olmayı, ondan özür dileme erdeminde bulunmayı bile istemişti. Ancak hayat bu tür kuşların rahatsızlık duyduğu her şeyden kendini hemen sıyırabileceği yanılgısına kapılacağı kadar kolay yem olmamıştır hiçbir zaman. Onun talihsizliği ona çiçekli yollardan gitmesini tavsiye edecek bir arkadaşının olmamasıydı. Hatta çoğu zaman köşe başlarında adeta elinde bir çekiçle hayatına kastedecek birçok hayvan tanımıştı. Onun bir tutam ateşine körük tutacak çok arkadaşı olmuştu, ancak her biri kendi çöplüğünde öten horoza dönüşmüş, yalnızlığını birkaç tavukla geçirme hevesiyle hayatını bir çöp tepeciğinde geçiriyordu. Besbelli ki böyle bir yaşamın onun kitabında yerinin olmadığını Ulak, Reis’ten çoktan öğrenmişti. Manevi babasının gözünden düştüğünden beri hayata daha bir ümitsiz bakmış, baykuşlara dahi daha bir özenir olmuştu. Onların en azından kendi karanlık mağaralarına sığınacağı bir ailesi var, diye geçirirdi içinden, şu insanların bizden daha aptal olduklarına eminim, derdi çoğu zaman, “Neyin uğurlu, neyin uğursuz olduğunu hala şu baykuşlara bakarak tahmin ediyorlar. Oysa baykuşlar, her kuş bilir ki içimizdeki en filozof canlılardır. Yoksa şu karanlık gecelerde bir kuş neden gözlerini bir sabah güneşini görmüş gibi açar ki, bir de onu her kes dinliyormuş gibi sabahlara dek söylenir durur.”
Ulak kendi kendine böyle düşünürken sahici bir aydınlanma yaşadı. “Eğer bu karanlık gece zihinsel serüvenlerimi geliştirmeme engel olmuyorsa benim ihtiyaç duyduğum şey bir ışık değil, bir akıldır. Öyleyse reisime gitmeli ve her şeyi ona anlatmalıyım. Umarım, aradığım cevabı onun o hikmet dolu sözlerinde bulabilirim.”
Yolda bir hışımla uçarken, yanı başında kuru bir dalın üzerinde tünemiş Gagalı’yı görür; uçup geçmesi, işten bile değildi. Ancak Ulak bunu kendine yediremiyordu. Ve Gagalı’nın tepesinde iki daire çizerek kanatlarını büyükçe açar ve Gagalı’nın yanı başına konar. Gagalı’nın ise düşüncesinden uyanmaya hiç de niyeti yoktu, yanındakinin kim olduğunun önemi de. Neden sonra derin bir uykudan uyanmış gibi gözlerini açan Gagalı, Ulak’ı hemen yanı başında görür. İlk önce kim olduğunu çıkaramamış, ancak bir zaman sonra gözlerinin ta içine bakarken, o günü hatırlamış ve bir an için irkilmişti. Tam havalanmak üzereyken, Ulak “Bekle lütfen, gitme!” dedi. Gagalı onun bu nazik teklifine şaşırmıştı, biraz nazlı bir çırpınıştan sonra olduğu yerde kanatlarını genişçe açmış ve gerinerek kapayıp, gagasını göğsüne doğru yaslayarak beklemeye koyulmuştu “Bana söyleyeceklerin mi var, henüz uçup gitmeden başla istersen” diye sessizce mırıldanmıştı. Ulak, o anın geldiğini düşünerek sözlerine başlamak istiyor ama nereden başlayacağını bilemiyor ve nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını kestiremiyordu; ama olsun, önemli olan tabağın neresinden yemeğe başlamak değil, başlamaktır, diye düşünüp birkaç yaprak ve önündeki yaban üzümünü gagaladıktan sonra sözlerine başlar.
“O gün için özür diliyorum, sen gittikten sonra babam beni fena hırpaladı; tenim çok acımış, ruhum incinmişti. Sana karşı intikam hırsıyla ta bu günlere geldim. Ancak gördüm ki, bunda senin hiçbir kabahatin yok. Sanıyorum, bulunduğum yeri biraz fazla benimsemem ve kanıksamamdan oldu. Senin o önemli mesajına karşı sana biraz daha nazik davranabilirdim. Ama o güne kadar bana bir babadan daha yakın olan reisimin makamında bunu kaldıramadım, bunun için biraz zamana ihtiyacım vardı. Şimdilik seni daha iyi anlıyor ve sana hak veriyorum. Eğer dilersen seninle bugünden itibaren iki dost olabiliriz.” diye sözünü bitirmişti. Gagalı bu duruma çok şaşırmış ve biraz da sevinmişti. Hiç beklemediği yerden tam da batı sandığı yerden güneş doğmuştu. Artık kendini mağarasında yalnız hissetmeyecekti, affetmeye çoktan hazırdı. Ancak onun da tereddütleri vardı, bu tereddütlerini bitireceğini umarak söze girdi. “Ben!” dedi Gagalı, “seni daha o gün affetmiştim, ama bugün dost olabileceğimizi gördüm. İşte bunu hiç düşünmemiştim. Affetmek bir dost bulmaktan daha kolaydır. Gel geçmişe bir son verip yarın ne yapacağımıza birlikte karar verelim olur mu?” Ulak hayata yeniden doğmuş gibi aklına çok güzel bir fikir gelmişti ve araya girerek, “Bak bizim reisin dünyalar tatlısı, bir masal kadar güzel bir yeğeni var; o bir bülbül gibi öterken tüm koruluk onu dinler, zarif ve bir o kadar da narin bir kuş. Kuşkusuz beni de abisi gibi sever ve sayar; daha pek küçükken, vahşi hayvanlara karşı korunmayı ben ona öğretmiştim. Sonralar şu büyüklerin işlerinde görev aldığımdan beri hane eğlencelerine katılmıyorum, şiir okumayı ve şarkı söylemeyi artık hane sakinlerine bıraktım. Bu haneye girmek için onunla tanışmaya ne dersin, hem bizim reisin kardeşi çok babacan ve şakacı biridir, seni de sever.” Gagalı bir an için çocukken aldığı darbelerden sonra, ona gölgelik yapan o melek gelmişti, birden aklına: “Orada gölgelik var mı? Güneş biraz korkutuyor da beni, onunla ilgili çok güzel hatıralarım yok maalesef!” Ulak: “Sen istedikten sonra güneş bile gölge olur sana…” der ve Gagalı’ya sarılarak gözyaşına boğulur.

Yazar: İrfan UĞUR

Takip Et
Bildir
guest
Kimse görmeyecek. Yorumunuza cevap yazıldığında bildirim almak için. (İsteğe Bağlı)

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Habere yorum yapabilirsiniz.x