Bastonun Kibri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Hayatı biçimsiz bir harf gibi karşılamanın kime ne zararı olabilir ki? Zamanı gelip de konuşmaya başladığında. Sessizce ve usulca oturmanın bir aptal gibi konuşmaktan daha değerli olduğunu söyleyebilir miyim bilmiyorum fakat ruhumu adeta ılık bir rüzgâr gibi savuran şu hatıranın neresinden başlasam diye düşündüğümde hep bir önceki hatıram belirir zihnimde. Belli ki başladığım yerde değildir hikâyem! Diye mırıldanır mürekkep yutmuş kalem.
Derken boynunu bükmüş öylece duran ihtiyar bir baston geriden mırıldanır:
-Ne zırvalıyorsun böyle kendi kendine? Zihnini böylesi boş sözlerle dolduracaksan, bilmelisin ki masanın boş çekmecesinde, sadece boynu bükük bir sayfa, kibriyle kaskatı kesilmiş bir kalem ve her an yıkılacakmış gibi duran şu ihtiyar iskemle kalır geriye. Duvardaki şu antika saatin bile senden daha çok anlatacak şeyi var, şu arada bir öten kuşa bakılırsa. Kalem beklenmeyen bu tok sese karşı her nedense kendini savunma gereği duyar:
-Benim el değmemiş düşüncelerimin görkemini, ormanların o yeşil nağmeleri süslerken, senin tepende sinekler uçuşuyor, farkında değilsin! Sen ne bakıyorsun, sessizliğe meydan okuyan o uslanmaz çocuk hallerime! Ne yani ilham perimin bahçesinde rüzgâr esmedi diye gökyüzüne mi küseyim?
Tam kalem kendini savunmaya başlamışken odanın dışından bir ses gelir, eskici bağırır sokaktan:
-Eskilerim vaaaaar! Eskiler alır, eskiler satarım, eskiciiii! Gündüzün bu tatlı dinginliğinde kalemin yüksek sesle düşünmesinden bunalan yakut İşlemeli ve sedef kakmalı baston bu beklenmedik gürültüyü fırsat bilerek tekrar söze karışır:

Tam zamanında geldi seninkisi, bak işte! İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş, madem eski hatıraların, o unutmadığın geçmişin, bir çöplüğe, bir kimsesizler mezarlığına dönüşmüş; o zaman şu beyhude bakışlı mezar soyguncusuna, şu sokakta dolanıp duran eskiciye satsana onları. Belki karnını doyuracak üç beş kuruşu buradan kazanırsın da o gözünde büyüttüğün beynin küçük bir tatile çıkar! Ne dersin? Hem eskiciye de mesleğinin onuruna yaraşır bir yığın şey vermiş olursun.
-Hayallerimi bir eskiciye satmak mı? Bunca birikmiş anılarım, bir höyük gibi geçmişine yaslanmışken, sen tutmuş tatil diyorsun. Gören de seni acente sahibi sanacak. Tatil dediğin kırmızı başlıklı kız gibi, gönlünce gezmek mi, yoksa yok olmak mıdır bu beyhude hayattan? Oysaki ellerimi bir kürek gibi kullanan şu emekçi parmaklar, şu usta eller olmasa… Uslanmaz gönlümü dişlerimle söker, yetmezse bir de şu pislenmiş ruhumu ellerimle boğardım. Ama sen gelmiş bana tatilden bahsediyorsun! Unutma ki, tatil, zengin azınlığın, fakir yığınları avutmak için ürettiği tılsımlı bir ayna, bir avuntudur sadece. Ama hayır! senin şu süslü ve zarif boyuna bakarsak belli ki kendini başka bir güzelliği arama zahmetine bırakmışsın.
İçeri bir hilkat garibesini andıran ihtiyar ev sahibesi girer ve komodinin arkasına dayadığı o emektar bastonunu usulca kavrar. İhtiyar kadın bastonu kadife kılıfından çıkardıktan sonra ucunu el yordamıyla bir tokmak gibi yere tıklatır, derken elinde tuttuğu bastonun çıkardığı tık tık sesini çaresiz bir sessizlikle takip ederek odadan çıkar. Ancak şimdilik kalem yalnız ve sessiz bir ortam bulmuştu kendine. Oysaki o aksi ve ihtiyar baston, yanı başında bir bekçi gibi dururken ona laf mı yetişirdi. Onu ikna etmeye çalışmaktan, kendi yazarına, kendi hayal haznesine yetiştirecek bir damla mürekkep biriktirememişti. Şimdilik daha hızlı düşünebilir ve daha yaratıcı olabilirdi artık. Ama hayat bu, herkese her zaman göründüğü gibi adil değildir işte. Çünkü bu defa kalemin zihnini bambaşka bir şey kurcalamıştı… Aslında tüm düşünceleri, beklenmedik bir anda içeri giren o ihtiyar kadını görünce erozyona uğramıştı desem abartmış olmam.
-Yazmalı mıyım?
Bunu doğduğundan beri hiç düşünmeyen kalem o günden sonra, yazma eylemini bir varlık sorunu olarak görmeye başlar. Kendini tanımak için iyi bir fırsattı bu elbette, ama görünen o ki talih bu fırsatı bazen bir kere verir insana ve hayatın geri kalanı sadece bu kararın sonucuna katlanmakla geçer. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez ama kalemin alev gibi tüten umutlarını bir anda söndüren serin bir rüzgâr uğultusu gelir pencereden, bir kapı gıcırtısı duyulur ve tak tak ayak sesleri işitilir uzaktan. Şu huysuz baston belki de gelebileceği en doğru zamanında geri gelmişti. Görevini gururla tamamlamış bir asker edasıyla yerini alır ve bir dahaki nöbet için köşesinde sessizce bekler. Tabii ki baston kalemin bu arada neler yaptığını, sahifesine hangi kelime hazinelerini taşıdığını da merak etmiyor değildi. Ama önce şu yorgunluk halini üzerinden atmalı, güzelce duvara yaslamalıydı sırtını, sonra kalemin de icabına bakardı elbet. Belki de küçük bir sohbetin gürültüsü ve patırtısıyla etrafı bir güzel canlandırıverirdi; nasıl olsa bir şeye yaramıştı. Tahta bacaklı baston, hayatının son demlerini yaşayan yaşlı ev sahibesinin, avuçları içinde karıncalanma yapan bahar sevincini yaşamasını ve parklarda gönlünce gezinmesini sağlamıştı. Sadece bunun için bile sevinmeye, mutlu olmaya ve hatta şu fani yeryüzünde, basit bir kızılcık ağacının dalından yontulmuş emektar bir baston olmaya değmez miydi? Bunu burnu havada, hayalleri gökyüzünde dolaşan bir kalemin anlaması beklenemezdi elbet. Biliyordu ki şu kalemin anlayabileceği tek şey kendi hanesine kelime çiçeklerinden şiir demetleri toplamaktı. Sizi temin ederim ki kelimelerle topladığı ve henüz ismini dahi telaffuz edemediği çiçekleri, bahçeden toplayıp vazoya koyacak olsan içine bir bardak suyu koymayı dahi akıl edemezdi.
Mürekkep oradan söze karışır:
-Hani çalkalanmasam, içimde dönüp duran şu fırtınadan kimsenin haberi olmaz. Benim de şu baston gibi o yumuşacık, pamuktan daha yumuşak elleri ısıttığımı kimse söyleyemez elbet. Soluduğum havaya bakılırsa sanki burada bulunmamın bile kimseye faydası yok. Peki, kalem bu gözyaşlarıma dokunmasa yazdıklarımı kim okuyacak? Beni kütüphane sahifelerinde dolaştıran tarihçiler de bunu yazmasa, kim bilecek şu bunak bastonun sözüm ona bir âmâyı dolaştırdı diye başımıza kahraman kesildiğini? Issız gecelerde dostluğunu benimle paylaşan, yalnız ve kimsesiz bir âmâyı benim ayak izlerimden başka kim takip edebilir?
Mürekkebin gecenin bu sessizliğinde hüzünlü bir gölge dolaşan hıçkırıklarını dinleyen eski bir potin dayanamaz ve söze karışır:
-Sen ne bakıyorsun, şu bunak bastonun talihsiz sözlerine! Ben olmasam baston buradan şuraya adımını atamaz, bir de gelmiş kalemi aşağılıyor! Paramparça olmuş benliğim ayaklar altında eziliyorken, bastonun kaba mizah bir üslup sergilemesi tüm çabalarımı boşa çıkarıyor heyhat!
Baston artık bu kadar yerilmelere dayanamaz ve söze karışır:
-Ben sizlerin bu tumturaklı yalanlarınıza karşı daha fazla susarsam, beni kızıl çöllerin en sıcak ve en ıssız kumlarına gömsünler. Halimi anlamanızı bekleyemem, çünkü sahici bir fikir ancak onu taşıyan sahici bir kafadan çıkar. Ama gördüğüm o ki sizin kafanızdaki mağarayı süsleyen o boş lakırdılar, kof bir cevizin o kırılgan kabuğundan çıkabilir ancak! Sen önce şu potinlerinle gezinirken kiminle dans ettiğini gör. Benim yüce şanım kibrinize perde olmamış anlaşılan. Bana bir bakın, bir soru işareti size neyi hatırlatır? Varlığınız bir şüphenin düştüğü boş bir kuruntudan başka nedir ki? Musa’nın asasını bilseydiniz sandaletlerinizin lafını bile etmezdiniz. Bilmez misiniz ki Kızıldeniz’i o bitap düşmüş ayaklarınızla geçtiyseniz, bu bir asanın dokunduğu yaranın iyileşmesi ve sorduğu bir sorunun peşine düştüğü cevaplar iledir. Yorgun çobanların ve Yahudi peygamberlerin asalarına dayanarak dinlendiklerini ve ruhlarını öylece verdiklerini hiç mi duymadınız? Yorgunluğun sessiz tınısına değil, yolun kendi coşkusuna adanan bir hayattır benimkisi. Ya sizinki…
Gözyaşlarını henüz yeni silen mürekkep sanki tüm söylenenleri bir fanustan dinlemiş gibi çırpınmaya başlar, içinde öyle bir hezeyan fırtınası eser ki bunu duymamak için yüreklerin ancak taş kesilmesi gerekirdi. Ama herkes duymuştu bu çalkalanma halinin kulaklarda bıraktığı çığlık izlerini.
-Eğer duyduklarım beni yanıltmıyorsa, bastonun söylediklerinde bana ait hiç bir şey yok. Yüreğimi bin parçaya bölsem de bir parçasını dahi gözleri görmeyecek. Hayatımın bittiği yerde sizin hayatınız başladı ise sizin sözcüklerinizin bittiği yerde acaba kimin cümleleri başlar, kimin kalbi atar sizin kalbinizin durduğu yerde, hiç düşündünüz mü? Herkesin bir kahramanı varsa benimkisi kalemdir. Bilmez misin kalemin kılıçtan keskin olduğunu. Benim hokkam kalemi misafir ettiği sürece misafiri olduğum şu divitin de söyleyecek daha çok sözü olacak.
Müziğin sesini dinleyen bir şef gibi tüm bu konuşulanları yüreğinin derinliklerinde duyan yazar günün ağarmasıyla kapıyı açar ve bir anda tüm senfoni susar. Perde aralanmıştır artık. Beyaz sayfalar uçan bir halı gibi gözlerinin önüne serilir yazarın; kalem adeta bir baston gibi zihninin emekleme hallerini bir anda bir argonota dönüştürür. Artık bu serüvenin mahalle sakinleri, korsan sürüsüne de dönüşebilir miydi? Bu koca gemi, tayfaları olduğu kadar elbet büyük umutları da besleyecekti. SON

Takip Et
Bildir
guest
Kimse görmeyecek. Yorumunuza cevap yazıldığında bildirim almak için. (İsteğe Bağlı)

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Habere yorum yapabilirsiniz.x