Bir taşın hayali

featured
A majestic shot of many stone pyramids balanced on a river water
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Islak, benekli teni ve o şişman hantallığıyla, sinekleri dahi kovalamaktan aciz olan yeşil bir kurbağa; elinde asasıyla, tüylü kaftanı içinde kudretli bir kral olmayı ister miydi? Eğer dinlediğiniz şey bir peri masalı ise, neden olmasın; Ama maalesef hayat hayaller kuran çirkin bir kurbağayı zengin ve kudretli bir kral yapacak kadar, büyülü bir düşler ülkesi değildir. Aslında gerçekçi olmak gerekirse, sadece basit bir çöp kutusu, belki de boş bir çuval olduğunuzu düşünmeniz bile yeter. Aksi halde düşlerimizin yorucu umutları içinde geçmişimizi mum ile aramak zorunda kalacağız.

 Ah! Diye söylenir o sert ve biçimsiz taş, içindeki kederi ruhundan alıp çekerek. “Bunca yıldır taşıyıp da artık taşıyamaz olduğum ağırlık da ne? O sert ve soğuk kabuğumun altında bir çekirdek gibi gizli kalan, sonrada filizlenip neşvünema bulmak için kıpırdayan o şey de nedir acaba ?”

Taş tüm bunları ve daha fazlasını inceden inceye düşünürken, mağrur bir çekiç uyuklayan sahibinin elleri arasından düşer ve hiç beklenmedik anda taşı tüm bu düş ve hayal âleminden küstahça uyandırır.

Üzerindeki toz zerreciklerinin aniden dans ettiğini gören o talihsiz taş çekice göz ucuyla şöyle bir bakar ve sessizce;

 -Ben içimdeki o kör sertliği kıracak, oradan mercanlar, yakutlar çıkaracak -sözüm ona- bir baltanın uslanmaz ruhuna sahip bir dokunuş arıyorum. Eğer beni sadece kırmak, ayaklar altına hoyratça sermek için geldiysen, lütfen geldiğin yere geri dön. Üzerimde titreşen şu aptal toz zerrecikleri için mezar taşı olarak kalmaya razıyım. Bazen hayat beklenmedik bir anda bizi her türlü güzelliğe veya çirkinliğe hazır hale getirir. Kuşkusuz biz taşların bile olduğu gibi kaldığı uzun bir zaman geçince, karşınıza beklenmedik bir anda bir yol dolgusu veya bir heykel parçası olarak çıkabiliriz.

Çoğu talihsiz taş bir maden ocağından çıktığından beridir zamanının büyük bir kısmını üzerine konan toz zerreciklerinin uçuşup kaçmasını izlemekle geçirirmiş. Eğer bir gün rüzgâr eser de üzerimizdeki toprak yığınını temizlerse, omzumuzdaki yük hafifler, kendimizi o gün şanslı hissederiz. Sonra kendi haline dönen taş içten içe mırıldanır.

–  Allah’ım! Der, içten ve samimi bir duyguyla.  Uçmak için kanatlarım olsa bu beyaz cehennemi uçarak terk ederdim, koşmak için ayaklarım olsaydı yalın ayak kaçardım buralardan. Ama bir tarak, başıkabak için ne ise işte bu kör olasıca adımlar da benim için odur.

Taşın iç çekmeleri öyle hazin bir türküyle etrafı yakar ki, eğer sesini duymak için kulak kabartan birileri olsaydı, kuşkusuz yakınlarda bir yerde bir orman yangını çıkmış sanırdı.

Taş son hazan yapraklarını dökmek üzere olan ağaçların o narin ve kırılgan dallarına bakarak kendi kendine söylenmeye devam eder:

“Eğer üzerlerine konacak şu kuşlar olmasaydı ne de can sıkıcı olurdu bu ağaçlar,  şimdi tüm doğa susmuş onları dinliyor adeta.”

Oradan sessizce geçmekte olan küçük bir karınca taşın bu umarsızca ve ümitsizce söylenmelerini duyar; aslında karıncanın yapacak işi hayli çok ve boşa harcayacak en ufak bir vakti dahi yoktu. Kış kapıyı çalmak üzereyken, bir de ne görsün? Kendi kendine konuşan, kendi ruhunun arzuhalcisi olan garip ve biçimsiz bir taş. “Henüz bir heykele dönüşmemişken durduğu yer de ne de çirkin görünürler şu taşlar,” diye düşünür karınca.  “Neyse ki ayaklarım şu talihsiz bedenimi istediğim her yere, hiç şikâyet etmeden götürüyor da, bir sanat eserine dönüşmek için öylece beklemek zorunda kalmıyorum”.  “Evet, seni gayet iyi anlıyorum,” der kendi kendine karınca. Kısa bir tereddütten sonra arkasına döner ve beklenmedik bir anda yardım elini uzatarak, taşa hiç de kaçırmak istemeyeceği bir teklifte bulunur:

– Seni duydum, söylediklerin beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor, ama şayet benden istersen, yine de senin için her yeri gezer, gördüğüm her şeyi sana bir bir anlatırım. Senin düşünen aklın, yürüyen ayakların ve seven kalbin olurum ne dersin?

Taş bu sesin nereden geldiğini önce merak ederek çevresine tedirginlikle bakınır. Çevresinde o kadar çok gereksiz yığınlar vardı ki, bir karıncayı fark etmesi kuşkusuz çok zordu. Kısa bir bakınmadan sonra ağır tonajlı araçların yavaşça ilerlerken arkalarından bıraktığı mermer tozlarından beyaza bulanmış ve son nefeslerini vermek üzere olan o cılız, grimsi çalılıkların arasından gelen o gizemli sesin, kırmızı küçük bir karıncadan geldiğini görerek hayretler içinde kalır. Merakını gizleyemeyen taş birazda öfkeyle:

– Çiçekleri de benim yerime koklarsın değil mi, olmadı şu soğuk ırmağı da benim yerime geçer, gökkuşağını benim gözlerimle izlersin, ha bir de eğer o muhteşem zarafeti ile bir Afrodit heykeline rastlarsan benim yerime âşık olursun!

Karıncanın iyi niyetle yaptığı tüm çabalar, kendisini anlatmak için yeterli olmamıştı. Bunun için ne kadar çırpınsa da içine girdiği o tuhaf ve anlamsız girdap kurtulmasına engel olacaktı. Böylesi bir iletişim ağında bir örümceğe yem olmaması tamamen bir tesadüf eseri olmalı.

Aslında taş, karıncanın yüreğinde biriken dost sıcaklığının onu kaç mevsim idare edeceğini hiç düşünememişti. Tek gerçeğin bir an önce tozun, dumanın içinden kurtulmaktı kuşkusuz; oysa bunun için bile önce kendi bencilliğinden kurtulması gerektiğini maalesef düşünmemişti.

“Kim bilir, belki de bu gün biriktireceği o dostluk düşüncesi ruhunda yeni bir dünya, taptaze bir ufuk açardı,” diye düşünen karınca konuşmayı yeniden sürdürür:

– Seni az evvel duyduğumda, çocukluğumda kurduğum ve onları masumca süslediğim hayalleri hatırladım. Nasıl da büyümek, özgürce dolaşmak için can atardım. Büyüyünce daha büyük evim, daha güzel oyuncaklarım olacaktı, atlıkarıncalara binecek, kimsenin yıkmaya kıyamadığı o kumdan kalelerim olacaktı. Ama maalesef şu düşleri çöl kumlarında kaybolan, o bir damla suda fırtınalar koparan büyükler var ya işte onlar her zamanki gibi önce zamanımı sonra da hayallerimi çaldılar.

Karıncanın bu süreçte yine de sayamayacağı kadar arkadaşı olmuş, bunlardan bazıları ise onun sırdaşı olmuştu. Bu muhteşem dostlarından biri de ağustos böceğiydi. Bu sevimli böcek karıncanın o çalışkan ve bitmeyen temposuna uymakta zorlansa bile onunla dost olmayı, koca bir seneyi onunla geçirmeyi başarmıştı. Ağustos böceği her şeyden önce bir müzik aşığı, adeta bir aşk ozanıydı. Ona sorarsanız kuşkusuz dünyayı bir müzisyen yaratmıştı. Hiçbir zaman masallarda anlatıldığı gibi başıboş bir serseri, başkalarının emeğiyle geçinen bir dilenci olmamıştı; parasını da tabiatta uçuşan diğer canlılara yaptığı serenatlar ile kazandığı için müzikten anlayan, onunla duygusal bir bağ kuran tüm çiçekler bu aşk böceğine hem gıpta, hem de hayranlıkla bakardı.

Peki, taşın böyle arkadaşları var mıydı? Onun uzun ve bitmeyen gecelerde, dertleştiği kimsesi var mıydı? Elbette hayır! Kendisinden koptuğu o koca kayadan sonra ruhuna çöken karamsarlık perdesiyle kendisini daha bir güçsüz hisseden taş için artık hayat hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Gördükleri onun için ne kadar anlamlıydı, o diğerleri için ne kadar değerliydi, işte bunu hiç bir zaman söyleyememenin burukluğu ve acısı içinde yaşıyordu.

-Ben!  Diyerek söze karıştı taş. Artık bir elin merhametine kalmışım, taş yürekli diye anılsam da! Belki bir kuyunun duvarında beni de saran bir yosun olur mu diye temenni ediyorum.  Suyunu kovasına çekecek hayat dolu bir çocuğun, o neşeli sesinden gelen ufak bir yankı bile üzerimde biriken tüm şu ölü toprağını atabilir mi diye umut ediyorum. Yusuf’un düştüğü kuyuda onu duymak için Yakup olsa taş kesilmez miydi?

Karınca taşın bu beklenmedik hamlesine çok şaşırmıştı. Her mevsim çeşitli diyarlar dolaşır, korsan karıncalardan, kâşif ve maceracı olanlarına dek her çeşit karınca kafilesi ile dahi çalışmış, kışı çıkaracak güzel serüvenler biriktirmişti. Ama nedendir bilinmez, hiç bir zaman bilge bir kral veya güzel bir Züleyha, hayatının hiç bir yerinde onunla olmamış, şu sıkılgan ruhuna bayramlık sevinci yaşatmamıştı. Ya merak etmediği için, ya da meşgul bir ömrün içinde durmadan çırpındığı için olacak, böyle bir dünya yoktu onun için.

– Öyleyse! Dedi karınca, seni anlamak için bir taş olmadığıma göre burada olmamın, seni dinlememin de bir anlamı yok sanırım. Yakında o kara kış geri gelecek ve benim daha yapacak çok işim var. Burada geçirdiğim her saniye sırtımı üşütecek o dondurucu kar tanelerini biraz daha çoğaltıyor. Paltomda biriktirdiğim her şey, cebimdeki bozuk hayaller bile bir sonraki kışa hazırlar beni.

Derken yanlarına büyük bir gürültüyle koca bir kepçe yanaşır ve arkasından paslı demir gövdesiyle de devasa bir kamyon. Artık ayrılık zamanı gelmiştir. Bu umursamaz, sağır ve kör dünyada belki de taşın söyleyeceği pek bir şey kalmamıştı, hem neden söylesin ki? Nasılsa bu gördüğü yeryüzü şehrinde hiçbir şey bu güzelim hayatı, bu güzelim güz mevsimini taş kesilecek kadar önemsemiyordu. Artık etrafındaki o muhteşem doğayı görecek kadar vakti olmayan bir kalabalığın tekerlek izleri altında gözlerini kapamaya, uzun bir yolun küçük bir parçası olmaya, orada ezilerek bir hiç olmaya hazırdı.

O an taşın demir dişler arasından yükselerek gökyüzüne doğru yaklaştığını gören karınca bir an için sevinmişti. Bulutların o pamuksu güzelliğini ve o masmavi gökyüzünün varlık karmaşası içinde yükselen sonsuzluğunu görünce, taşın o mahcup ve yitik hayallerine demir kanatlar ile uçacağını bir an olsun hayal etmişti; ezilen ruhunun bitmeyen çilesini bir an için unutarak.

Yazar: İrfan Uğur

Takip Et
Bildir
guest
Kimse görmeyecek. Yorumunuza cevap yazıldığında bildirim almak için. (İsteğe Bağlı)

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
akın
akın
1 yıl önce

bir taşın hayali diğer taşın üstünemi çıkmak

1
0
Habere yorum yapabilirsiniz.x